Görgü Tanığı Ceza Alır mı? İktidarın Gölgesinde Tanıklık ve Sorumluluk
Bir siyaset bilimci olarak her zaman şu soruyla başlarım: Güç kimin elinde ve bu gücü kim için kullanıyor? Toplumsal düzenin en ince damarlarından biri olan “tanıklık”, aslında iktidar mekanizmalarının görünmeyen yüzlerinden biridir. Görgü tanığı olmak yalnızca bir olayı görmek değildir; aynı zamanda bir düzenin, bir ideolojinin ve bir vatandaşlık bilincinin sınavıdır. Peki, “Görgü tanığı ceza alır mı?” sorusu yalnızca hukuki bir merak mıdır, yoksa siyasal bir yüzleşme mi gerektirir?
Tanıklığın Politik Boyutu: Görmek, Bilmek, Susmak
Bir toplumda tanıklık, yalnızca adalet sisteminin değil, aynı zamanda iktidarın denetim gücünün bir parçasıdır. Devletin kurumları, vatandaşlardan hem tanık olmalarını hem de gerektiğinde susmalarını bekler. Bu çelişki, Michel Foucault’nun iktidar teorilerinde sıkça vurguladığı “bilgi ve gözetim” ilişkisini akla getirir. Görgü tanığı, olayı bildiği için güçlüdür ama bu bilgiyi paylaştığında sistemin tehdidine açık hale gelir.
Bir tanığın cezalandırılması, aslında bir bilgi kontrolüdür. Devlet ya da herhangi bir iktidar aygıtı, hangi bilginin meşru olduğunu ve hangi bilginin susturulması gerektiğini belirler. Bu durumda tanıklık, sadece bir eylem değil, politik bir duruştur.
İktidar ve Kurumlar Arasında: Tanığın Çatışmalı Konumu
Kurumlar, düzenin bekçileridir. Ancak bu düzen, her zaman adil değildir. Görgü tanığı çoğu zaman adaletin yanında değil, sistemin içinde sıkışır. Yargı, polis, medya gibi kurumsal mekanizmalar, tanığın ifadesini yönlendirir, çerçeveler ve sınırlar. Tanıklık böylece bir bireysel deneyim olmaktan çıkar, kurumsal bir üretim haline gelir.
Peki bu durumda tanık ne kadar özgürdür? Kendi gördüğünü mü anlatır, yoksa sistemin ondan duymak istediğini mi?
Bu soruların cevabı, aslında vatandaşlık bilincinin sınırlarını çizer.
İdeoloji ve Tanıklığın Ahlaki Yükü
Her tanıklık bir ideolojik çerçeveye oturur. Çünkü tanık, gördüğünü yorumlarken içinde bulunduğu kültürel ve siyasal ortamdan bağımsız değildir. Bir olayı anlatırken kullandığı kelimeler bile ideolojik bir tercih taşır.
Bazı tanıklar “vatana ihanet”le, bazıları ise “suskunluk”la suçlanır. Her iki durumda da sistem tanıklığı cezalandırmanın bir yolunu bulur. Bu noktada sorulması gereken asıl soru şudur: Gerçek tanıklık, iktidarın karşısında susmamak mıdır, yoksa hayatta kalmak için sessiz kalmak mı?
Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Tanıklık: Güç ve Dayanışma
Erkeklerin siyasal davranışları çoğu zaman strateji ve güç odaklıdır. Görgü tanıklığı söz konusu olduğunda, erkek tanık genellikle kendisini sistemin içinde konumlandırır; tanıklığı bir “risk yönetimi” olarak görür. Kadınlar ise genellikle demokratik katılım ve toplumsal etkileşim çerçevesinde hareket eder. Onlar için tanıklık, bir dayanışma eylemidir.
Bu fark, siyaset biliminin “güç” ve “etkileşim” kavramlarını yeniden düşünmemizi sağlar. Kadın tanığın direnişi, erkek tanığın stratejisi kadar değerlidir. Her ikisi de sistemin nasıl işlediğine dair farklı ama tamamlayıcı bilgiler sunar.
Vatandaşlık Bilinci ve Sivil Cesaret
Modern vatandaşlık anlayışı, bireyi hem hak sahibi hem de sorumlu kılar. Tanıklık bu bağlamda bir sivil cesaret göstergesidir. Susmak bir suç değildir, ama bazen adaletsizliği meşrulaştırır.
Bir toplumun demokratik olgunluğu, tanıklarının susturulup susturulmadığıyla ölçülür. Eğer bir görgü tanığı, doğruyu söylediği için cezalandırılıyorsa, o toplumda hukuk değil, korku hüküm sürmektedir.
Sonuç: Tanıklık Bir Suç mu, Yoksa Direniş mi?
“Görgü tanığı ceza alır mı?” sorusu, aslında şu büyük sorunun bir yansımasıdır: İktidar gerçeği mi korur, yoksa kendini mi?
Bir tanığın cezalandırılması, yalnızca bireysel bir adaletsizlik değil, toplumsal bir sessizlik politikasıdır.
Görgü tanığı cezalandırılmamalı, aksine korunmalıdır. Çünkü tanık susturulduğunda yalnızca bir ses değil, bir toplumun vicdanı da susar.
Bu durumda asıl cezayı kim alır? Tanık mı, yoksa sessiz kalan toplum mu?
Ve belki de en çarpıcı soru şudur: Bir gün siz tanık olduğunuzda, konuşabilecek misiniz?